RÖPORTAJ

Bizi geleceğe sanat taşıyacak!

Yazar  | 

BAZI SANATÇILARIN YAPTIĞI İŞLERİ ÇOK SEVERSİNİZ AMA ONU TANIMA FIRSATI BULDUĞUNUZDA HAYAL KIRIKLIĞI YAŞARSINIZ.

HAYRAN OLDUĞUNUZ İNSAN GİTMİŞ, BAMBAŞKA, KİBİRLİ BİRİ GELMİŞTİR KARŞINIZA. RAGIP SAVAŞ, HAYAL KIRIKLIĞI YARATMAK BİR YANA, HAYRANLIK DUYULACAK KADAR SAMİMİ VE İÇTEN. HOCASI MÜŞFİK KENTER’E OLAN SEVGİSİNİ ANLATIRKEN MİNNETİN, İDEALLERİNİ ANLATIRKEN KARARLILIĞIN, VAZGEÇMEK ZORUNDA KALDIKLARINI ANLATIRKEN DE ÜZÜNTÜNÜN EN SAF KARŞILIKLARINI BULUYORSUNUZ CÜMLELERİNDE…

 Röportaj ve fotoğraflar: Özer Yarımcalı

Bir sanatçının, çevresine yapması gereken “katma değer” sorumluluğunu, açtığı sanat okullarıyla sessiz sedasız üstlenmiş biri Ragıp Savaş. Gelişimin, asla azıyla yetinmiyor ve parmak hesabını, bireysel başarısından ziyade ne kadar çok bireyin sanatla başarıyı yakalayabileceği üzerine yapıyor. Deli işi mi? Kesinlikle! Zaten, üretimin olmadığı başka bir hayatın içinde mutlu olamazmış. Ragıp Savaş’la Göktürk’ün dinlenme noktalarından Read & Rest’te buluştuk ve biraz oradan biraz buradan konuştuk…

Oyuncu kimliğiniz çok yönlü; sizi tiyatro ve sinema dışında televizyonda da izleme şansına sahip olduk. Ancak sanat hayatınıza baktığımızda tiyatro biraz daha ağır basıyor gibi. Bu sizin tercihiniz mi, yoksa önünüzdeki seçenekler sonucu oluşmuş özel bir durum mu? Tiyatro benim tercihimdi. Çünkü her şey tiyatroya aşkla başladı. Sonra doğal olarak sinema da, televizyon da ardı ardına geldi. Ama ben hiçbir zaman televizyonda ya da sinemada olayım, şöhret olayım gibi şeyleri hesaplamadım. Sadece tiyatroya âşık oldum ve onun peşine takıldım. Aslında bana bugüne kadar her şeyi kazandıran tiyatro oldu, hâlâ da öyle.

Türkiye’de tiyatro adına önemli işlere imza attınız. Bakırköy Belediye Tiyatroları dışında İzmit Sanat Tiyatrosu’nu kurdunuz. Ayrıca yöneticilik de yaptınız. Tiyatroların bugünkü durumuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Hükümetin devlet tiyatrolarını, opera ve balesini ya da devlete bağlı sanat kurumlarını kapatma kararı almasını çok doğru bulmuyorum. Çünkü bugüne kadar oyunculara ya da opera-bale sanatçılarına somut bir sebep gösterilmedi. Birtakım şeyler söyleniyor ama hiçbiri bir yere oturmuyor. Tiyatrolar özelleştirilecek deniyor ama bizi kimlere vereceksiniz? Holdinglere mi vereceksiniz, nasıl bir özelleştirme olacak bu? Deniyor ki bu devlete bağlı kurumların iç yapılarında -ki buna ben de katılıyorum- zamanla köhneleşme, eskime, yıpranma oluyor. Tamam, ama bunun karşılığı kapatmak değil revize etmektir. Dünyanın birçok ülkesinde devlete bağlı sanat kurumları var ama kapanmıyorlar.

 

Değişmesi, yenilenmesi daha iyi bir çözüm olacak yani…

Revize edilmesi diyelim. Bu kurumların genç ve diri tutulması, gereksiz para harcamaması gerektiği fikrine zaten biz de katılıyoruz. Çalışmayanı göndermek, bana göre de zaten ilk başta yapılması gereken şey. Ama kapatmak neyi çözecek? Yani bunun ne kadar iyi niyetli olduğunu ve gerçekten sanatı, sanatçıyı koruyan bir durum olup olmadığını tartışmak lazım…

Kuğular Şarkı Söylemez, Üç Kuruşluk Opera, başrol oynadığınız ve Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde 5 ödül alan İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? ve dahası… Tiyatro oyunlarınızın arasında kayırdığınız evladınız var mı?

Ayırmak çok kolay değil ama ‘en’ler var tabii. İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?, Nâzım Hikmet’in yazdığı ve sevgili Kenan Abi’nin (Kenan Işık) yönettiği, bana göre en özgün ve en iyi rejilerden biridir. Moskova’ya irtica ettikten sonra, hayran olduğu komünizmin aslında ne kadar yanlış bir sistem olduğunu anlayan Nâzım Hikmet’in komünizmi hicvettiği oyun, benim de ilk büyük profesyonel oyunumdur. Yine dünya çapında bir yönetmen olan Robert Sturua’nın yaptığı Sofokles’in Antigone’si adlı klasik bir oyun var. Burada Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın kurucusu sevgili hocamız Prof. Zeliha Berksoy ile birlikte başrol oynadım. Benim için çok büyük bir heyecan ve kariyer başlangıcıydı.

Ya Sonra, Çınar Ağacı, Son Osmanlı Yandım Ali, Karagöz ve Hacivat Neden Öldürüldü?, Polis, Neredesin Firuze ve uzayan bir liste… Ama Neredesin Firuze birçokları için çok ayrı bir yerde duruyor. Film kendi fenomen karakterlerini yarattı. Bu ayrışmanın nedeni nedir sizce?

Bunda en büyük başarı hiç şüphesiz ki Ezel Akay’ındır. Oyuncuları seçmesi, senaryoyu bu hale getirmesi ve istediği gibi çekebilmesi… Tabii ki oyuncuların da emek ve katkıları var. Ayrıca şarkılar çok iyi seçilmişti ve müthiş bir albüm çıktı ortaya. Belki de filmden çok sattı o dönemde. O zaman Özcan Deniz, bu film kült olacak dediğinde insanlar dalga geçmişlerdi. Ben kült olduğunu düşünüyorum; kesinlikle bir arşiv filmi. Oyuncusu olmama rağmen özleyip tekrar izlediğim, müziklerini tekrar dinlediğim zamanlar oluyor.

 

Genellikle oyuncular kendi oynadıkları filmleri izlemeyi sevmezler…

Evet, genellikle sevilmez. Ama öyle bakmıyorum bu filme. Dediğin gibi bir sihri var Neredesin Firuze’nin. Hikaye Özcan Deniz’e, senaryo sevgili Levent Kazak’a, yapım ve reji de Ezel Akay’a ait. Filmin rejisiyle ilgili ilginç bir durum söz konusu. Aslında baktığında çok masalsı bir hikaye ama bir taraftan da Türkiye’ye çok uyan, gerçekçi bir tablo var. Bu nedenle seyirci filmi çabuk yakaladı ve kendisine ait hissetti. Ayrıca Nerdesin Firuze benim ilk sinema filmim. Bir oyuncu için, Neredesin Firuze gibi bir filmde Melih karakteriyle sinemaya adım atmak büyük bir şanstır. Tabiri caizse Neredesin Firuze’nin  kredisini çok kullandım.

Filmin oyuncu kadrosuna dahil olma süreciniz nasıldı?

Enteresandı. Filmin cast’ına bakan bir arkadaşım bana ‘şarkı söyleyebiliyor musun?’ diye sordu. ‘Söyleyebiliyorum ama konunun aslı nedir bileyim ki ona göre cevap vereyim,’ dedim. Sonra Ezel’le konuştuk. Yalnızım Dostlarım şarkısını söylememi istedi. Ben de ‘Burada söyleyemem,’ dedim. ‘Biraz çalış gel’ dediğinde anladım ki önemli bir şey var. Evinde stüdyosu olan çok sevdiğim bir arkadaşıma gittim. Sabaha kadar farklı alt yapılarla Yalnızım Dostlarım’ın 3-4 versiyon kaydını yaptık. Caz bile söyledim! Kaydı alıp Ezel’e götürdüm ve dinlemesini istedim. ‘Bu kim ya?’ dedi. ‘Benim,’ dedim. O masmavi gözlerini kocaman açıp baktı ve tüm versiyonları dinledi. Sonrasında film için el sıkıştık. Melih karakteri bir şarkıcı ama beklediği şeyleri yaşayamamış. Üstüne, o parlasın diye Almanya’dan Özcan’ı getiriyorlar. Anladım ki adam iyi şarkı söylemeli! Yalnızım Dostlarım’dan ziyade Özcan Deniz’le söylediğimiz Beni Affet fenomen hale geldi. Sözleri çok etkileyiciydi ve kendi hayranlarını yarattı. Asla çok iyi şarkı söylediğimi iddia etmiyorum. Ama müziği çok seviyorum ve çocukluğumdan beri müziğin içindeyim. Konservatuarda tiyatrocuların en sevmediği ders şan dersidir. Ben de tam tersine, kendi bölümümüzün şan dersleri dışında müzik bölümünün şan derslerine bile katılırdım. İyi ki de yapmışım. Gerçek bir tiyatro sanatçısının şarkı söylemesi, dans edebilmesi çok önemli bir artı olarak muhakkak ona geri dönüyor.

Türkiye’de Onur Ünlü, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi isimlerle anılan author sineması yükselişte. Hatta en son Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu ile Yılmaz Güney’in anne babalarımıza yaşattığı Altın Palmiye mutluluğunu bizim kuşağa da yaşattı. Bu ivmelenme hakkında neler düşünüyorsunuz?

Daha da yükselmesini ve o kitlenin çoğalmasını isterim. Çünkü onların sineması kolay anlaşılır bir sinema değil. Yani direkt anlatım yok o filmlerde.

Bir Onur Ünlü filmi olan Polis’te de rol aldınız

Mesela filmi yaptık ve filmin bir sonu yoktu. İnsanlar bize, nasıl sonu olmaz dediler. Niye? İnsanlar o kadar aptal mı, dedik biz de. Sonunu kendileri hayal etsinler istedik. Çok ütopik gibi görünse de, çok güzel bir şey değil mi bu? Bırak, seyirci filmden çıktığında düşünüp sonunu kendi koysun. Bu yönetmenlerin sayısı artmalı ki, o filmleri izleyen insan sayısı da artsın. Tabii ki bütün filmler benim için önemli. Sinema çemberi içerisinde yapılan her şey tür olarak ayrılabilir ama küçümsenemez. Ne kadar çok film yaparsak Türk sineması o kadar büyüyecek. Çok kötü denilen filmler bile önemli. Çünkü onlar da seyirci yaratıyor, bir ihtiyacı karşılıyor.

Tiyatroda da benzer durumlar söz konusu olabiliyor…

Türkiye’de tiyatro uzun bir dönem seyirci kaybetti. Bunun en büyük sebebi yönetmenlerin ‘ben çok entelektüelim, Brecht’i, Çehov’u, Nâzım Hikmet’i öyle bir yorumlarım ki’ benzeri yaklaşımları oldu. Oyuna gidiyorsun iki saat boyunca adamın reji olarak kendini tatmin edişini izliyorsun. Onların amacı farklı yönetmenler olabilmekti. Sen farklıysan farklı bir yönetmen olursun zaten. Seyirciler oyundan çıkıyor, herkes birbirine bakıyor; kimse bir şey anlamıyor tabii. İşte bu yüzden, insanlar evlerinde televizyon seyretmeyi tercih etti. Ama son 10-15 yıldır bu kırılıyor. Bunu kıran da, yeraltı tiyatroları oldu. O kadar özgün ve güzel işler yapmaya başladılar ki… Bizim belediye tiyatrolarının, şehir ve devlet tiyatrolarının hantallığının tam tersine  sıcak, seyirciye dokunan, ufak mekanlarda oyunlar sergilenmeye başlandı. Özellikle gençler bütün bu oyunları takip etmeye başladılar.

İster istemez tiyatrocu ve teyatoracı diye ayırımlar yapılmaya başlandı bu nedenle…

40’lı ve 50’li yıllarda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda başlayan o teyatora hikayesini, yani takma oyunculuk denilen “yapiciim, ediciiim, seviciiim, öpiciim”lerin kırılmasının en büyük mimarı Müşfik Kenter’dir. Benim için Shakespeare kadar önemli bir aktördür ve Türkiye’de doğal oyunculuğun mimarıdır. Eğitimine Mimar Sinan Üniversitesi’nde başlamıştır. Bütün Mimar Sinan ekolü, yani bizim dönemimiz, öncesi, sonrası tüm arkadaşlarımız Müşfik Kenter’in doğal oyunculuk anlatım ve öğretimiyle bizde dört nala gitmekte olan yapay oyunculuğu doğala çevirmiştir. Allah rahmet eylesin demeye dilim varmıyor ama hocanın öldüğünü hâlâ kabullenemiyorum. Müşfik Kenter tiyatroda bizim atamızdır ve tiyatrocu olma sebebimdir. Ben önce ona, sonra tiyatroya hayran oldum. Emeği çok büyüktür üstümde. Bugün sahip olduklarımın ve şu anda sizinle konuşuyor olmamın sebebi bile odur. Aynı zamanda Zeliha Berksoy hocam, Cihan Ünal, Haluk Kurtoğlu, Zekai Müftüoğlu ve diğer önemli isimler, bugün bu kariyerde olmamı sağladılar diyebilirim.

İzmit doğumlusunuz ve burada amatör voleybolcuyken profesyonel olarak Eczacıbaşı Spor Kulübü’ne transfer oluyorsunuz. Profesyonel sporculuk ile Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü yüksek dereceyle bitirmek arasında nasıl bir karar yolculuğu yaşadınız?
Hep voleybolcu kalacağımı düşünüyormuşum oynarken. Sanki hiç yaşlanmayacakmışım gibi… Ama tabii bunun bir iş olmadığını yaşım ilerledikçe ve hayatı tanımaya başladıkça anladım. 1982’de liseyi bitirdiğimde Eczacıbaşı’na transfer olup buraya geldim. O yıl, çocukluk arkadaşım Sarı fırtına lakaplı Metin Tekin Kocaelispor’dan Beşiktaş’a transfer oldu. İki İzmitli düştük İstanbul’un göbeğine. Bir Fenerbahçeli olarak geldim İstanbul’a, sonra Beşiktaşlı oldum. Metin, Feyyaz, Ali, Şifo Mehmet, Sergen, herkes Metin’in evinde toplanır, yenir, içilir… Bir gün beni Beşiktaş Çarşı grubunun ortasında bıraktılar ve maç izlettiler. Beşiktaş’a hayranlığım Çarşı grubuyla başladı ve koyu bir Beşiktaşlı oldum. Benzer şekilde voleyboldan tiyatroya geçişimin sebebi de Müşfik Kenter oldu. Voleybolla ilgilenirken tiyatro olayının dillenmeye başlamasıyla etrafımdan olumlu geri dönüşler almaya başladım. 1984’te Devlet Tiyatrosu sanatçısı amcam Turgut Savaş Kenter Tiyatrosu’na götürdü beni. Müşfik Hoca’yla yaklaşık bir buçuk sene çalıştım. 1986’da konservatuara girdim. Bu arada voleybol oynamaya da devam ettim. Hocam bana sporu bıraktırmadı. Sporun bana kazandırdığı esneklik ve çabukluk, oyunculuk hayatımda çok işime yaradı. 1986’da A Takım’a çıktığım ilk sene voleybola devam ettim. Ancak 1987’de ikinci sınıfa geçtiğimde okul ve spor birlikte yürümemeye başladı. Tercihimi tiyatrodan yana kullandım. O yıl, benim için çok kötü bir yıldı. Geceleri yatıp sabaha kadar ağladığım bir dönemdi. Voleybolu çok zor bıraktım ama şu an tiyatro sanatçısı olduğum için tabiki çok mutluyum.

Eğitim yatırımlarına çok önem veren birisiniz. Bize biraz Ragıp Savaş Sanat Akademilerinden, çeşitli illerde açtığınız sanat merkezlerinden bahseder misiniz?

Hikaye 2007’de Kocaeli’de başladı. Şehir Tiyatroları’nın başında sanat yönetmenliği yapıyordum. Bir teklif geldi ve şu andaki ortağım Nuran Dolgun’la birlikte İzmit Sanat Merkezi’ni kurduk. Gelen talepler sonrasında 2012’de Sakarya, 2014’te de Bursa Sanat Merkezi’ni açtık. Sonra baktık okullarımız çoğalıyor ve markalaşmak gerekiyor. Böylece hepsini Ragıp Savaş Sanat Akademisi adıyla tek bir çatı altında topladık. Şu anda İzmit, Sakarya, Bursa ve en yenisi İstanbul’da olmak üzere dört şehirde eğitim veriliyor. Bütün okullarımız Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyor. Bütün branşlarda sertifika alınabiliyor; eğitmen, oyuncu, müzisyen ya da dansçı olabiliyorsunuz. Ayrıca okullarımızda çok geniş bir yaş ve branş aralığı var. 4 yaştan itibaren verilen bale eğitiminden, 70 yaşında öğrencilerimizin de katıldığı tiyatro eğitimine kadar uzanan bir yelpazeden bahsediyoruz aslında.

Ragıp Savaş Sanat Akademileri’nde eğitim verdiğiniz branşlar nelerdir peki?

Başta tiyatro eğitimimiz var tabii ki. Onu da ikiye ayırdık. Biri, MEB sertifikalı, iki yıl süren ve içinde şan, solfej, dans gibi başlıca derslerin bulunduğu bildiğiniz konservatuar eğitimi… Burada çok değerli isimlerle beraber ben de eğitim veriyor olacağım. Bir de hobi tiyatro var. Burada da hep tiyatroyu tanımak, oyunculuğu deneyimlemek isteyen ama belirli bir iş hayatı olan, genellikle vakit bulamamış kişiler yer alıyor. İşlerinden çıkıp okulumuza geliyorlar, gayet profesyonelce dekorlu, kostümlü oyunlarını sene sonu gösterilerimizde oynuyorlar. Bunların dışında 8-16 yaş arası çocuklar için yaratıcı drama dersleri var. Yaratıcı dramanın, çocukların psikolojik ve pedagojik anlamda gelişimlerine tahmin edemeyeceğiniz yararları olduğunu belirtmek isterim. Müzik, modern dans ve klasik bale de branşlarımız arasında. Müziğin altında; piyano, jazz piyano, keman, bateri, gitar, trompet, trombon elektro-gitar,bas gitar, vurmalılar, yan flüt, viyolonsel, çello gibi dallar mevcut. Ayrıca müzik bölümünde Londra Müzik Akademisi’yle, klasik balede ise Sofya Üniversitesi’yle yürüttüğümüz sertifika ortaklıklarımız var. Veliler arzu ederse çocuklar ya da yetişkinler bu okulların her yıl gönderdiği kitaplara bağlı kalarak eğitim alıyorlar. Sene sonunda da Londra ve Sofya’dan gelen jüriler sınav yapıyorlar. Çocuklar sınavlarını ve sınıflarını geçtikçe, Londra Müzik Akademisi’ne sınavsız olarak girip okuma ya da Sofya Üniversitesi’nde direkt yüksek yapma şansına sahip oluyorlar. Ayrıca etkili iletişim, diksiyon ve beden dili eğitimlerimiz de var. Diğer okullarımızda Tan Sağtürk Bale bölüm başkanımız ve eğitmenimizdir, fakat burada bir okulu olduğu için bizimle çalışamıyacak, İstanbul-Göktürk şubemizde Bale bölüm başkanımız Nil Berkan olacak. Onun  denetiminde oluşturulacak alt kadro ve kendisinin de derslere birebir katılımıyla Bale bölümümüz iddialı bir eğitim verecek. Ayrıca Can Gürzap, Bülend Özveren, Elçin Temel gibi çok değerli isimler de çeşitli branşlarda eğitim verecekler.

Hazır Konu Göktürk’e gelmişken bu branşların neler olacağını ve yeni şubenizi Göktürk’e açma fikrinin nasıl geliştiğini sorsam…

Dünyada otuzdan fazla ülkede hizmet veren Helen O’Grady Drama Akademisi Göktürk’te faaliyet gösterecek. Bu bir İngilizce yaratıcı drama eğitimi olacak. Helen O’Grady kendi metodunu geliştirmiş bir aktris. Bu akademi Türkiye’ye geçen sene girdi ve Eylül ayından itibaren Göktürk şubemizde eğitim verecekler. Ayrıca Melis Sökmen önderliğinde pop ve caz şarkıcılığı atölyelerimiz, hem yetişkinler hem çocuklar için resim ve aikido eğitimlerimiz de olacak. Eylül ayında tam anlamıyla hizmete geçmiş olacağız.

Ragıp Savaş Sanat Akademisi’ni ve içeriğe baktığımda da Helen O’Grady gibi uluslararası bir drama akademisini başka yerlerde açabilme imkanınıza rağmen buraya getirmeniz, Göktürk’e yaptığınız çok ciddi bir yatırım aslında.

Kesinlikle öyle, işin çok ciddi maliyeti var. Ama bu göze alarak yaptığımız bir şey. Ayrıca süreçler her zaman kolay olmuyor. Helen O’Grady Drama Akademisi’yle yaptığımız bu anlaşma da belli bir zaman içerisinde gerçekleşebildi.

Kurduğunuz sanat merkezlerinde “sanat senin içindir” mottosuyla hareket ediyorsunuz. Bu “sanat halk içindir”in daha samimileşmiş hali gibi. Bunca yatırım ve girişimin ardından, nihai hedefiniz nedir ve nasıl bir mutlu son hayal ediyorsunuz?

Özellikle iki anlamlı seçtim bunu: Biri ‘’sanat senin içinden gelendir’’, diğeri de ‘’sanat senindir, sana aittir’’ anlamında. Bunlara zaman içerisinde yeni bir söylem daha ekledim: ‘’Bizi geleceğe sanat taşıyacak!” Sanat dediğimiz şey, senindir. Bunu al ve sanatla kendini, bizi geleceğe taşı. Benim istediğim şey aslında bu kadar basit. Çünkü benim hayatım da çok basit. Tek beklentim basit ve dürüst bir hayat yaşamak. Okullarım da hayat felsefemi yansıtıyor. Keşke devlet bana destek olsa da bütün öğrencilerimi bedava eğitsem. Bugüne kadar oyunculuktan tabii ki para kazandım ve hayatımı idame edecek gücüm var. Ama asıl dert bu değil. Herhangi bir kriz olduğunda ya da aile içinde bir şey yaşandığında maalesef ilk vazgeçilen şey okullarımız oluyor. Normal okulundan alınmıyor ama sanat okuluna gitmese de olur deniyor. Nasıl bir çocuğun ilk, orta, liseyi okuması gerekiyorsa, sanat eğitimini de bırakmaması lazım. Üreten insan olabilmek çok önemli bu.

Siz de Göktürk’te yaşamayı tercih edenlerdensiniz. Göktürk’ü hem iş hem de yaşam merkezi olarak seçmenizin sebebi nedir?

Göktürk’ü iş merkezi olarak seçmem aslında bir şans oldu. İzmit ve Sakarya’daki okullardan sonra Bursa’daki okulumuzu açmayı beş senedir planlıyordum. Fakat İstanbul son anda karşımıza çıktı ve değerlendirdik. Mayart Sanat Merkezi’nin devrediliyor olması planlarımızı değiştirdi. Bugüne kadar çok ciddi eğitim vermiş bir kurumdu ve kapanmasına bir sanatçı olarak beni çok üzerdi. Burayı devralıp biraz daha akademik ve kapsamlı bir yapıyla düzenleyip, Ragıp Savaş Sanat Akademisi olarak Eylül ayında hizmete geçirmeye karar verdik.

Göktürk’e geleli sekiz yılı geçti. Nişanlandığınız zaman gelecek planları yapmaya başlıyorsunuz. Çocuk olacak, biraz birikmişimiz var ve bir ev sahibi olsak mı diye yola çıktık. O ‘biraz birikmiş’le Etiler, Levent, Ulus’ta gezindikten sonra anladık ki aslında o para biraz değil hiç birikmemiş. Sonra bir arkadaşım burayı tavsiye etti. İlk geldiğimizde İstanbul Caddesi topraktı; inekler dolaşıyordu. Biz geldikten bir sene sonra Göktürk birden popüler oldu. Sekiz yılda müthiş bir gelişim gösterdi. Tabii bu iyi mi, kötü mü tartışılır. Biraz daha bakir ve yeşil kalmasını tercih ederdim. Ama etrafımızda orman var ve yine yeşilin içinde sayılırız. Trafiğe takılmadan İzmit, Sakarya ve Bursa’daki okullara gidiyorum sık sık. Bu yönden çok rahatım ve Göktürk’te yaşamayı çok seviyorum. Ama mahalle kültürüyle büyümüş biri olarak buralar biraz daha suni kalıyor. Ara sıra Nişantaşı ve Galata gibi semtlerdeki hayatları özlesem de, artık mahalle hayatının içinde yaşamak biraz zor gelebilir sanıyorum.

Bir önceki yazımız olan İyisiyle kötüsüyle Göktürk bizimdir! başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.